yazılar

10 Aralık 2012 Pazartesi

Bıçak

Hayatım bıçakla oynayarak geçti. Elim kesikler içinde. Ama korkumdan bırakamıyorum.  Ne yerine koyabilecek başka bişeyim var, ne gücüm.
Bazen yanımdakileri de kesiyorum. Bilmeden ya da bilerek. Elimden alıp kendi boğazını yaran olmuştu. Koyu kırmızı yatay bir çizgi. Arkasından beş kavanoz vişne reçeli..  Ama o, öyle bir şekilde geldi ki inanamadım.

Ne kaburgası kalmış ne ciğeri. İçi oyulmuş. Kocaman bir boşluk. Sadece kontürü belli. Maktülün olay yerinde tebeşirle çizilmiş hali gibi. Hiç durmadan bıçaklamışım. Kanamış, yaralar açılmış, yaralar büyümüş. Oyuklar olmuş. O oyuklar birleşmiş bir büyük boşluk olmuş. Ben yapmışım.
“Keseceğin bir yerim kalmadı gidiyorum.” dedi. Gitti..

Yaşlandıkça küçülüyorum. Yasaklarım kalktıkça suç işliyorum. Neler yapabildiğimi gördükçe yaşadığım mutluluktan, utanıyorum. Ölünce yerin dibine gireceğim.

23 Ocak 2010 Cumartesi

Dönüş

Susmayı öğrendim. Içime kapanmayı, saklanmayı.
Sevilmemeyi anladım. Nefret edilmeyi. Sadece “ben” olduğum için.
Pislik muamelesi gördüm çoğunlukla.
Onlardan biri oldum.
Gurur duymamı istediler.
Pislik olmaktan gurur duymak.
Temel felsefe bu. Birlik olmak.
Bildiğin bütün değerler teker teker yıkılırken, hepbirlikte altında kalmak..
Benimle aynı dili bile konuşamayan askerlik arkadaşlarıma bana kattıkları hiçbirşey için çok teşekkür ediyorum.

9 Temmuz 2009 Perşembe

Düğüm

Herşey nasıl düğüm oldu bilmiyorum. Hiç birşey yokken, herşey aynı devam ederken..
Kablolar gibi. Alır bir köşeye atarsın, lazım olduğunda onlar birbirine öyle bir bağlanmış olur ki açamazsın.

Yazın sonuna doğru askere gideceğim. Bu aile içinde öğrenilince sülaledeki tüm erkekler askerlik anılarıyla akın akın gelmeye başladı. Annemin sevgisi tavan yaptı. Öss ye girdiğim yıldaki gibiyim. tavsiyeler, inşallahlar, sorular… Sıkıştım.
Bir de arkamda bırakacaklarım var.
Evim, arabam, kedim, kıyafet dolabım, işim, dizilerim, bilmem kaç gb müzik arşivim, gelecek planlarım, bitiremediğim bir sürü kitap, arkadaşlarım, akrabalarım, aşık olduklarım, küstüklerim ; Hayatım.

Hepsini bir kenara bırakıp gitmeden, daha şimdiden düğüm oldular. Daha hiç bir şey yokken, herşey aynı devam ederken.

Döndüğümde uzun uzun kablolarla oynayacağım. Şimdilik onları uyumaya bırakıyorum.

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Beton Etkisi

Altmışlı yaşlarındaki astronot amca, geçen hafta "Hayatta hep çalışmamaya çalış." dedi bana. Kızılderili arkadaşıyla karşımda su bardağından Dimitrakopulos şarabı içerken.
Üstünde Chicago Bulls formasıyla bir konserde göbek atan kafası dumanlı arkadaşım da iki şarkı arasında, "Önemli olan anılar biriktirebilmek. Zaten ölmek için yaşıyoruz. Cebimizde birşeyler olsun giderken." demişti…
Ben nedenlere kafa yorarken, onlar belki sonuçları söyledi bana. Tabi ki ne dediklerini önemsemiyorum. Çünkü Hira dağında kulağıma fısıldamadılar.

Teyzemlerin Kozyatağı’ndaki eski evinin parkında, babamın arabasını çıkartmasını beklerken, beş on santim yanıma çatıdan koca bir beton parçası düşmüştü.
O gün öldüğümü varsayarım hep. Kalan her gün ekstradan benim için.
Beton kafamı patlatıp sektiği yerde yuvarlanırken, annemin hayatının kalanında delirdiğini, babamın aldığı ilaçlarla bile geceleri uyuyamadığını, kuzenlerimin aklından ezilmiş kafamla yerde yattığım kanlı fotorafın hiç silemediğini, teyzemin yıllarca beni hemen arabaya bindirmeyen babamı suçladığını… düşünürüm.

Boncuk diye tekir bir kedim vardı Kuzguncuk’taki evimiz bahçesinde. Damağı mühürlü müymüş neymiş. “Peygamberin kedisinin soyundan bu kedi.” demişti annemin metafiziğe duyarlı bir arkadaşı. Öleceği zaman gelince gider, ölüsünü de bize göstermezmiş. Öyle de yapmıştı. Bir zaman kayboldu gitti.

Neden yaşadığımı bilmediğim zamanlarda bununla motive oluyorum. Bir kaç santimle elime tutuşturulan ikinci şansımı, kaybolup gidebilmek için saklıyorum. Parçalara ayırmadan, kabuk bağlamayacak yaralar açmadan. Kimseden izin almadan…

11 Şubat 2009 Çarşamba

Hayat Süper !

Lisede, veli toplantısı dönüşü annemin karşıma geçip sessizce yüzüme baktığı zamanları hatırlıyorum. Sanki ilk defa görüyormuş gibi tek kaşını kaldırıp uzun uzun inceler, sonra gider bir çay koyar, balkondan boş boş dışarıyı seyrederdi. Toplantıda konuşulanları sonradan duyunca meğer “Hakikaten hem salak hem anarşik mi doğurmuşum ? ”diye dertlendiğini öğrenmiştim.
Sınıf öğretmenimiz ingilizceci, bütün velilerin içinde anneme; “Oğlunuz sınıfı örgütleyerek dersi sabote ediyor. Birçok meslektaşım da kendisinin elebaşı olduğu konusunda hem fikir. Kendisinin liseyi bitirmesi zor gözüküyor ama en azından arkadaşlarının tahsil hayatlarıyla oynamasın.Ülkenin en saygın anadolu lisesiyiz buna izin vermeyiz.” özetli konuşma yapmış, sonra bütün veliler üç saat boyunca anneme dik dik bakmışlar.
İsmimi pirinç tanesine yazdırıp,renkli bir sıvıya attırdıktan sonra onu kolye diye boynumda taşıdığım, slipten boxer’a geçiş yaptığım, sivilcelerimi kuzenime patlattırdığım, saç kesimimi Tarkan’ın kliplerinin belirlediği, öperken dil kullanmaya çalışan kız arkadaşımın olduğu yaşlarda aynı zamanda örgüt lideriydim!?
işin kötüsü annem de benden şüpheleniyordu.
“İçinde protein olan yiyecekler nelerdir?” sorusuna “Probis !” cevabı verdiğim için sinir krizine giren biyolojici tarafından disipline yollanmışken, okulda junior ülkücü-solcu kavgası çıkıp camlar penceler ve bazı kafalar patlayınca, disiplindeki yoğunluktan önce ileri bir tarihe ertelendim sonra zaman aşımından yırttım.
Derste sıranına altında, hocaya çaktırmadan kola tenekesini ortadan tırtıklıca ikiye ayırıp, birbirlerinin boğazını kesmek için ilkel silahlar üreten arkadaşlar yerine, benim ergen esprilerimle kafayı bozmuş sevgili öğretmenlerim, haftalar boyu kan gövdeyi götürünce beni unutuverdiler. Pek çok çocuk okuldan atıldı, kantinde sivil polisler dolaşmaya başladı, bazı veliler çocuklarının kayıtlarını sildirdi...
Sonra kavgalar bitti, okul sakinleşti, sivilcelerim azaldı, ufaklık boxer’a alıştı, kız arkadaşım sinemaya tek başıma gittiğim için benden ayrıldı ama annemin kafasından sınıfın ortasında yaşadıkları hiç çıkmadı
Önce kim başlattı , kimin suçu ? tartışılır ama hiç birşeyin cezasını tek başıma çekemediğimi anladım. O çok koydu.
Bu kadar anlamsız yaşayan kalabalığın arasına karışıp,kaç yıldır uyum sağlayabiliyorsam da bu yüzden.
O dik dik bakan gözlerin sahiplerinin çocukları şimdi bir takım holdinglerde, bir takım grupların hesabına çalışıp, dünyayı daha yaşanır hale getiriyorlar. Bazısı yavaş yavaş evleniyor. Müdürleri ikramiye verirse, birazda krediyle, şehir merkezine uzak sıfır dairelere girip, buralarda gece mesaisiyle çocuklar yapıp, ülkenin en saygın liselerinde onları okutmak için emekliliğe kadar eşek gibi çalışacaklar. Güzel bir ekosistem...
Ben de belki, bunların iş dönüşü izledikleri akşam haberlerinde, hayal meyal hatırladıkları, sorgulanmak üzere merkeze çağrılmış salak lise arkadaşları olurum. Çaktırmadan masa altlarında bıçaklarını bileyenleri değil, beni aldıkları için, heralde sorguda kahrımdan kanser olurum. Belediyenin çürük tabutunda üç beş kişi taşır, sonra bir yere çukur kazıp atarlar, giderim. Çok umrumda mı olur ?
Benim değil belki, ama onun…
Uyum sağlamak lazım, uyum.

27 Ağustos 2008 Çarşamba

Amor Fati

Dedemin evinin önüne arabayla yanaştığımızda, babam nedendir bilinmez, tek başına gidip evde mi değil mi diye bakmak istedi. Yağmur da yağdığı için itiraz etmeyip annemle arabada bekledik. Kapıyı çaldı. Açmayınca cebindeki yedek kilitle içeri girdi. Arka koltukta daha yere basamadığım için salladığım ayaklarıma bakıp içimden bu anı hiç unutmayacağım diye geçirdim. Bazen olur…

Evde kimse yokmuş. Babam bizi eve bıraktı. Sonra tek başına çıktı..

Dedemin yalnız yaşadığı Kuzguncuk’taki evine arada bir annem ya da teyzem uğrar, bir ihtiyacı var mı diye kontrol eder, biraz para bırakırlardı.
Tek gözü kör olduğu için taktığı güneş gözlüğüyle hatırlıyorum onu. Baklava desenli hırkasını, gri kumaş pantalonunu, biryantinli beyaz saçlarını, cızırtılı sesini…

Cenaze evinde kadınların ellerinde dua kitapları, birbirine sarılıp ağlamalarından sıkılmış, sırtını kapı krişine yaslamış, yan gözle arada bir mutfakta ocaktaki çayın durumuna bakan teyzemle bir an göz göze geldik..Benim de durumdan memnun olmadığımı anlayıp gözüyle içeri git istersen der gibi işaret etti. Çaktırmadan eğilip, koltuğun arkasından salona süzüldüm. Erkeklerin çoğunlukta olduğu evin salonuna çökmüş sigara dumanı gözlerimi yaksa da, uzun koltuğun dibinde köşeye bir yere oturdum. Babamı yanındakilere kısık sesle birşeyler anlatırken gördüm .
Kapıyı açıp eve girince bir koku gelmiş burnuna. Mutfağa doğru yürümüş. Dedemi görmüş. Yerde yatıyormuş, ağzında burnunda kan varmış. Mutfak masasının üstünde, yarım çay bardağı rakısı başında duruyormuş. Bize durumu belli etmemek için biraz beklemiş, kendini toplayıp dışarı çıkmış…
Ayaklarımı karnıma çekip oturduğum koltuğun köşesinde, gözüm halıdaki garip desene daldı. Bütün halıyı dolaşan labirent benzeri yoldan oluşan bir desen . Gözümle bu yolu takip ederken aklım başka bir yere gitti. Başka bir hayatın sonuna.

Mutlu son herkes için aynı.
Arkasında iz bırakmaya çalışanların hiç bitmeyen gayretlerini izliyorum. Güçlendikçe artan hırslarını, yaşlandıkça saklamaya çalıştıkları çaresizliklerini. Boşuna yaşanmış bir hayatın hiç mi anlamı yok ? Başarıların hep küçük ve önemsiz, mutlu anların kısa süreli olduğu bir hayat. Çizikler, düzeltmeler, uyarılarla dolu. Notlarımı kontrol etmem için okulda elime tutuşturulan yazılı kağıtlarım gibi...

Ben hayatım boyunca o anı hiç unutmadım. Dedemin içerde ölü yattığını biliyordum. Babamın arabaya dönüp bize yalan söyleyeceğini de. Annemin nasıl hiç bir şeyin farkında olmadığına şaşırmıştım.
Merak edenlere sonra ne olacağını da anlatayım. Öldüğümde o arabanın içine geri döneceğim. Babamla annem arabadan inecekler. Yağmurdan kıyafetleri sırılsıklam olmuş yaşlı biri direksiyonun başına geçecek. Kocaman, bomboş bir hayatın bittiğini o an farkedeceğim. Babamın omzuna yaslanmış annem dışardan bana bakarken belki ilk defa kendimden utanıp, sıkılacağım. Beni anlayabilmesini dileyeceğim. Aynadan bana bakan şöförün tek gözünün kör olduğunu anladığımda, beraber labirent benzeri bir halı deseninde yolculuğa çıkmış olacağız.

31 Temmuz 2008 Perşembe

Darbe Günlükleri ( Bölüm 2 )

Hava bütün gün kapalıydı. Gece yağmur yağabilir ama ben yine de gömleğin üstüne birşey almadan evden çıkıyorum. Merdivenlerden inerken karşılaştığım alt komşumla kapısının önünde ayak üstü konuşurken, dikkatimi ne konuştuğundan çok evin içinden gelen kokuya veriyorum. Sütlü bir şey, tatlı, tarçınlı.

Kız arkadaşım konuşuyor, konuşuyor… Şarabından bir yudum aldı. Tekrar konuşuyor, konuşuyor… Çalan şarkıyı biliyorum ama kim söylüyordu ? Emily Hands.. Yok. Envy ? Amy ?… Durdu. Gözlerini kocaman açmış anlattıklarına tasdik bekliyor. Kafamı sallayarak onaylıyorum. Kaldığı yerden devam ediyor. Konuşuyor, konuşuyor… Emiliana Torrini ! Evet. Gülümsüyorum. Gülümsüyor ?

Burnuma düşen su damlasının nerden geldiğini anlamak için kafamı kaldırıp havaya baktığımda gözüme birkaç tanesi daha isabet ediyor. Neyse ki evin yakınındayız. Yağmur hızlandıkça, tuttuğu elimi iyice sıkıyor.

Ne kadar zamanda unuturum diye düşünüyorum.. Gözlerini kısıp uykuya karşı koymaya çalışırkenki halini, belindeki iki küçük çukuru, sesinin rengini, sevdiği dizileri, sadece yere oturarak ayakkabısını giyebildiğini, abisine olan nefretini, çantasında hala boya kalemleri taşımasını, yüzünü…
Ne kadar süre görmezsem aklımdan silinirler ? Peki daha önce kim unutur ? O mu, ben mi ?

Hiç dört yastık birden kullanarak yatan birini görmemiştim…
“Biraz daha yastık lazım mı ?” diyorum. Cevap vermiyor. Uyumuş.

Yelena Isinbayeva, ellerini çırparak tribünlerden destek istiyor. Tribünler de ritmik şekilde alkışlayarak ona karşılık veriyor…Koşuyor, koşuyor, sırığı yere dayayıp diğer ucuyla yükselmeye başlıyor, kendini çıtanın üzerinden bırakıp mindere düşüyor. Çok mutlu… Kanalı değiştiriyorum. Soruşturmalar, yorumcular, generaller, başka yorumcular, darbeciler… Gözlerim kapanıyor…

Lisedeki sıramda kafamı çantama yaslamış sınıfa bakıyorum. Hiç biri lise arkadaşım değil. On yıl öncesinin sıralarında, üniversiteden, Koşuyolu’ ndaki eski siteden birkaç arkadaşım, kuzenim ve bulanık görünen tanımadığım birkaç kişi var. Sıranın üstüne kedim Moka atlıyor. “Ne işin var senin sınıfta ?” Kaçıp atlamasın diye pencerelere koşup teker teker kapatıyorum. Moka açılan sınıf kapısından dışarı çıkıyor. Peşinden koşmak için hamle yapmışken, içeriye Emel giriyor. Terliyorum. Elindeki kağıttan, Müdürün beni hemen odasında çağırdığını okuyor. Kedi yüzünden mi acaba ? diye düşünüyorum. Ben getirmedim ki, o kendi gelmiş. Emel’e mahçup gözükmemeye çalışıyor, çaktırmadan elimle alnımda biriken teri siliyorum.

Koridorda Emel, lisenin en tipsiz ama en kabadayı herifi Tufan’la boş bir sınıfa giriyor, bana eliyle sen devam et der gibi bir işaret yapıp, Tufan’la öpüşüyor. Tuvalete gidip çişimi yapıyorum.

Elimde üstü tarçınlı muhallebi, sütlaç gibi bir tatlıyla servise biniyorum… Emel, Tufan’la beraber ön koltuğa oturuyor. Birkaç kaşık aldıktan sonra sütlaç olduğuna karar verdiğim tatlımı utana sıkıla yerken, koltukların arasından öndeki ikiliyi kesiyorum. Emel şarap içerken birşeyler anlatıyor. Tufan camdan dışarıyı seyrediyor. Dizimi koltuklarına dayayıp geri yaslanıyorum. Aklıma müdürün odasına gitmeyi unuttuğum geliyor. Telaşlanıyorum. Okuldan atılacağımı, servisten hemen inmem gerektiğini düşürken, Moka’nın yanıma oturmuş elimdeki kaseden sütlaçın kalanını yemeye başladığını görüyorum. Arada elimi de yalıyor.. Gözlerim açılıyor...

Moka’nın mamasını verdikten sonra,perdeyi açıp pencereden dışarıya bakıyorum. Sabah olmuş, arabalar yağmurla yıkanıp temizlenmiş, yerler hala ıslak. Üzerimde garip bir sıkıntı var. Eskiden kalma öfke, utanç, üzüntü karışımı bir sıkıntı. "Ne zaman rüyarlardan da giderler ?" diye kendi kendime soruyorum. Tekrar yatıp uyuyamayacağımı düşünerek, kendime sade, zift gibi bir kahve yapıyorum. İlk yudumdan sonra içine şeker doldurup, bolca süt ekliyorum. Televizyonu açtığımda hala darbecilerin tartışıldığını görüyorum. Günlükler varmış, evler aranıyormuş, telefonlar dinleniyormuş. Göz kapaklarım karıncalanıyor.

“Uyandın mı ?”
“Saat kaç ?”
“Bilmem…”
“Sen hiç uyumadın mı ?”
“Yok…Biraz...”
“Ne oldu ?”
“Hiiç… Ayrılsak mı ?”