31 Temmuz 2008 Perşembe

Darbe Günlükleri ( Bölüm 2 )

Hava bütün gün kapalıydı. Gece yağmur yağabilir ama ben yine de gömleğin üstüne birşey almadan evden çıkıyorum. Merdivenlerden inerken karşılaştığım alt komşumla kapısının önünde ayak üstü konuşurken, dikkatimi ne konuştuğundan çok evin içinden gelen kokuya veriyorum. Sütlü bir şey, tatlı, tarçınlı.

Kız arkadaşım konuşuyor, konuşuyor… Şarabından bir yudum aldı. Tekrar konuşuyor, konuşuyor… Çalan şarkıyı biliyorum ama kim söylüyordu ? Emily Hands.. Yok. Envy ? Amy ?… Durdu. Gözlerini kocaman açmış anlattıklarına tasdik bekliyor. Kafamı sallayarak onaylıyorum. Kaldığı yerden devam ediyor. Konuşuyor, konuşuyor… Emiliana Torrini ! Evet. Gülümsüyorum. Gülümsüyor ?

Burnuma düşen su damlasının nerden geldiğini anlamak için kafamı kaldırıp havaya baktığımda gözüme birkaç tanesi daha isabet ediyor. Neyse ki evin yakınındayız. Yağmur hızlandıkça, tuttuğu elimi iyice sıkıyor.

Ne kadar zamanda unuturum diye düşünüyorum.. Gözlerini kısıp uykuya karşı koymaya çalışırkenki halini, belindeki iki küçük çukuru, sesinin rengini, sevdiği dizileri, sadece yere oturarak ayakkabısını giyebildiğini, abisine olan nefretini, çantasında hala boya kalemleri taşımasını, yüzünü…
Ne kadar süre görmezsem aklımdan silinirler ? Peki daha önce kim unutur ? O mu, ben mi ?

Hiç dört yastık birden kullanarak yatan birini görmemiştim…
“Biraz daha yastık lazım mı ?” diyorum. Cevap vermiyor. Uyumuş.

Yelena Isinbayeva, ellerini çırparak tribünlerden destek istiyor. Tribünler de ritmik şekilde alkışlayarak ona karşılık veriyor…Koşuyor, koşuyor, sırığı yere dayayıp diğer ucuyla yükselmeye başlıyor, kendini çıtanın üzerinden bırakıp mindere düşüyor. Çok mutlu… Kanalı değiştiriyorum. Soruşturmalar, yorumcular, generaller, başka yorumcular, darbeciler… Gözlerim kapanıyor…

Lisedeki sıramda kafamı çantama yaslamış sınıfa bakıyorum. Hiç biri lise arkadaşım değil. On yıl öncesinin sıralarında, üniversiteden, Koşuyolu’ ndaki eski siteden birkaç arkadaşım, kuzenim ve bulanık görünen tanımadığım birkaç kişi var. Sıranın üstüne kedim Moka atlıyor. “Ne işin var senin sınıfta ?” Kaçıp atlamasın diye pencerelere koşup teker teker kapatıyorum. Moka açılan sınıf kapısından dışarı çıkıyor. Peşinden koşmak için hamle yapmışken, içeriye Emel giriyor. Terliyorum. Elindeki kağıttan, Müdürün beni hemen odasında çağırdığını okuyor. Kedi yüzünden mi acaba ? diye düşünüyorum. Ben getirmedim ki, o kendi gelmiş. Emel’e mahçup gözükmemeye çalışıyor, çaktırmadan elimle alnımda biriken teri siliyorum.

Koridorda Emel, lisenin en tipsiz ama en kabadayı herifi Tufan’la boş bir sınıfa giriyor, bana eliyle sen devam et der gibi bir işaret yapıp, Tufan’la öpüşüyor. Tuvalete gidip çişimi yapıyorum.

Elimde üstü tarçınlı muhallebi, sütlaç gibi bir tatlıyla servise biniyorum… Emel, Tufan’la beraber ön koltuğa oturuyor. Birkaç kaşık aldıktan sonra sütlaç olduğuna karar verdiğim tatlımı utana sıkıla yerken, koltukların arasından öndeki ikiliyi kesiyorum. Emel şarap içerken birşeyler anlatıyor. Tufan camdan dışarıyı seyrediyor. Dizimi koltuklarına dayayıp geri yaslanıyorum. Aklıma müdürün odasına gitmeyi unuttuğum geliyor. Telaşlanıyorum. Okuldan atılacağımı, servisten hemen inmem gerektiğini düşürken, Moka’nın yanıma oturmuş elimdeki kaseden sütlaçın kalanını yemeye başladığını görüyorum. Arada elimi de yalıyor.. Gözlerim açılıyor...

Moka’nın mamasını verdikten sonra,perdeyi açıp pencereden dışarıya bakıyorum. Sabah olmuş, arabalar yağmurla yıkanıp temizlenmiş, yerler hala ıslak. Üzerimde garip bir sıkıntı var. Eskiden kalma öfke, utanç, üzüntü karışımı bir sıkıntı. "Ne zaman rüyarlardan da giderler ?" diye kendi kendime soruyorum. Tekrar yatıp uyuyamayacağımı düşünerek, kendime sade, zift gibi bir kahve yapıyorum. İlk yudumdan sonra içine şeker doldurup, bolca süt ekliyorum. Televizyonu açtığımda hala darbecilerin tartışıldığını görüyorum. Günlükler varmış, evler aranıyormuş, telefonlar dinleniyormuş. Göz kapaklarım karıncalanıyor.

“Uyandın mı ?”
“Saat kaç ?”
“Bilmem…”
“Sen hiç uyumadın mı ?”
“Yok…Biraz...”
“Ne oldu ?”
“Hiiç… Ayrılsak mı ?”

27 Temmuz 2008 Pazar

Darbe Günlükleri ( Bölüm 1 )

Evden çıktıktan hemen sonra anneye çaktırmadan, ceketi çantaya tıktım, gömleği pantolonun içinden çıkardım, kolları kıvırdım, kravatı iyice gevşettim, sert esen rüzgar yüzünden saçlar şekilden çıkmış mı diye arada bir parmak uçlarıyla kontrol ediyor, ufak düzeltmeler yapıyorum. Müthiş, servis artık gelebilir.

Öne oturup, akşamdan hazırlanan, türkçe pop karışık kaseti Emin abi’ye verdikten sonra bir saat kadar sürecek servis yolculuğu için yan aynadan son kez saçlara bakıyorum.

Özlem yok, hastaymış… demek ki yayılabilirim öne kimse oturmayacak. At çantayı yanına, kimse niyetlenmesin.

Burcu’nun yanında Emel mi var ? Yok artık… Burcu şöför camına yaklaşıyor;
“Emin abi, Emel de gelse olur di mi bugünlük ? Dün bizde kaldı da.”
“Gelsin, öne otursun. Gürkan çantanı çek, kay biraz..”
“???...”

“Emel yanımda oturuyor. Az önce günaydınlaştık . Emel’le bacaklarımız yandan birbirine değiyor. Emel yanımda…Yanaklarım kızardı gene ya, hay ebesini... Konuşsam mı? Ne diyeceğim? Hımmm, parfüm kokuyor Emel. Kafamı daha ona doğru çeviremesem de koklayabiliyorum. Ne desem mesela? Düşün biraz…”

Bir havayla sınıfa girip, çantayı sıraya atıp, aynı hızla çıkarken sınıftakilerin bakışlarını üstümde hissediyorum. Tuvalette bizimkiler birbirini ıslatıyor. Beni görünce ellerine su alıp atmaya kalkışıyorlar. Tuvaleti es geçip kantine iniyorum. Artistlik olsun diye her sabah sade kahve içtiğim dönemdeyim. Zift gibi kahvemi alıp sınıfa çıkıyorum. Kafamı çantama koyup, garip sabah yolculuğunu tahlil ediyorum;
Yarım saat boyunca yanında oturan biriyle hiç bir şey konuşmazsan, hatta boynun hep aynı yere bakmaktan ağrırken bile kafanı çevirmessen, o insanla bir daha konuşma şansın olmaz. O yüzden kafanı s**eyim Gürkan senin… Heh geldi bak Fahrettin, sabah sabah matematik dinle, hakettin..

Bir okul çocuğu sabahtan stress yapmışsa, öğlen maç yapmalıdır! Botunun burnuyla bolca abanıp rahatlamalı, kalenin önünde duranın yüzüne yüzüne şöyle…

Maçtan sonra musluğun altına tutulmuş kafada saçlar sırılsıklam, yüz kıpkırmızı, Gömlek,pantolon leş, elde kantin burgeri, camın kenarına oturmuş, soğuk havada kurumaya çalışıyorum. Kafamda tuvalete kadar gidip çişimi neden yapmadığım var. Kalkıp tekrar tuvalete gitmenin üşengeçliği ile gitgide artan sıkışmışlığın baskısını kafamdaki terazide tartarken, Emel sınıftan içeri giriyor.
Sınıfın çeşitli köşeleriden, suratlarda en yavşak ifadelerle, bir yandan göz de kırparak “Gürkan!”, “OOOoooOO” “Yenge !” sesleri yükseliyor. yakınımdakiler tarafından da bol bol dürtülüyorum.

Lisede değişmez kuraldır; birine “Şu kız kim ya!” derseniz, bu ondan hoşlandınız anlamına gelir ve sınıfa yayılır. Sonra sınıfın kızları pazar araştırması yapar; Kimmiş, kimlerle arkadaşmış, daha önce kimlerle çıkmış, nerde oturuyormuş gibi bilgilerle, sizin güçlü ve zayıf yanlarınızı karşılaştırıp pazardaki konum ve şansınızı yorumlarlar. Sınıfın erkekleri ise, kızların aksine temkinden ve stratejik planlamadan uzak, direk "Yenge modu"na geçerek, sahada çalışmayı tercih ederler. Her gördükleri yerde sizi yanlarına çağırır, parmağıyla gösterir, bir sebepten ulaşamamışlarsa; “Seninki bahçede İce Tea içiyordu. Şeftalili seviyor” gibi müthiş gözlemlerini paylaşıp, şansınızı arttırdıklarını düşünürler.

Ben utançtan sıranın altına doğru hafif hafif kayarken, Emel “Arkadaşlar !” hitabıyla başladığı konuşmasını Gürkan Aynacı’nın da içinde bulunduğu dört kişinin rehberlik hocası tarafından çağrıldığını söyleyerek bitiriyor.
Bir anda sınıfta alkış kopuyor. Ardından ne olduğunu anlamadan çeşitli nidalar, ıslıklar ve temaşa eşliğinde şaşkın şaşkın bakınan Emel’e teslim edilerek rehberlik odasına doğru uğurlanıyorum.

Emel sınıfın kapısını kapatır kapatmaz bana dönüp; “Seni dersten çıkarmak için uydurdum bunu. Seni seviyorum Gürkan. Serviste bir türlü cesaret edip konuşamadım.” diyor.
“Emel yani..ben de senden hoşlanıyorum açıkçası.” diyorum.
Boynuma sarılıyor. Benle beraber rehberliğe çağrılan diğer üç kişinin şaşkın bakışları arasında koridorda öpüşüyoruz.

Rehberlik odasına gidene kadar kafamda kurduklarım bunlar.. Hala suratımı çevirip kızın yüzüne bakamadım. Çişim de var.

Rehberlik Hocası Antropozun etkisinde. sinir krizlerini ve baş ağrılarını bastırmak için, bol bol sigara içiyor. Odayı duman basmış ama sigara alt çekmecedeki kültablasında saklanıyor.
“Gelin bakalım.”
Beni kesip; “Üstün başın ne böyle?”
“Maç yaptık ?”
“Yavrum Halı saha mı burası ? Spor klübü mü ? Toparlan bakayım. Öğretmeninin karşısına bu halde çıkılır mı ? Lise zorunlu değil. Uymuyorsan kurallara, alırsın kaydını, okumazsın olur biter.”
Belimi içeri sokup, kravatımı çekerken, B tipi aksiyon filmlerindeki, düşmanın arkasına geçip, kolunu kafaya dolayarak boynunu kırma hareketini “kurallar yıkılmak içindir moruk !” repliğiyle yaptığımı gözümde canladırıyorum.
“Alın şunları doldurmamışsınız siz. meslek seçimi formları bunlar. Doldurup verin, yarın merkeze yollayacağım. bir dahaki tenefüse getirin. Hadi bakayim..”
Emel’e dönüp; “Kızım sen de yardım et bana zarflara konacak bunlar. Kaç yüz tane şunlara bak. Bütün okulun testleri.”
“Hocam bir sonraki ders sınavım var benim. Şimdi çalışacaktım da…”
“Heee.. o zaman futbolcu sen gel bakalım, sporcu çocuksun. İşin bitince de kolileri çıkış kapısının oraya taşırsın.”
Tam içimden rehberlikçinin gelmişine, geçmişine küfüre başlamışken, Emel’in bana dönüp gülümsediğini görüyorum. Ben de sırıtıp karşılık veriyorum.

Son koliyi kapının yanına koyup üzerine oturuyorum. Zil çalıyor. Bizimkiler bahçeye ilk çıkanlardan..
“Kimyacı yok yazdı olm seni”
“Demediniz mi lan rehberlikçi çağırdı diye?”
“Dedik de sallamadı. Öbür üçü geldi o niye yok? Hocasından imzalı kağıt alsın dedi. Sen ne yaptın ki ? Emel’e mi kaydın ? “
“Anana kaydım..”
Liseli erkek çocuğu iletişimimizi, bol küfürlü ve el şakalı yani en klasik haliyle kurmuşken, Emel kapıdan çıkıyor. Beni görüp yanıma doğru geliyor.
“Futbolcu! taşımışsın bütün kolileri aferim.” Ilk defa kekelemeden, hızlıca, hatta “Şak” diye cevap veriyorum;
“Taşıdım... senin yazılın vardı o nasıl geçti ? Tabi uydurmadıysan..”
Emel gülüyor. Bizimkiler merakla konuşmayı takip ediyorlar. Emel, mal gibi bakan bu erkek tayfasından rahatsız olmuşa benzemiyor.
“İptal oldu sınav. Haftaya kaldı” diyip, dudağının yanından dilini çıkartıyor. Konuşma şu anda sonlanabilir, bir şey yapmam lazım…
“Bu akşam da Burcularda kal o zaman, çalışırsınız şimdiden.”
Ve evet, toplamda üç oluyor. Tam üç kere bana güldü. Tribünlere oley çektiren futbolcu gibi hissediyorum. Arkadaşları, uzaktan takip ettikleri muhabbet sarmamış olacak ki bahçe merdiveninden inmeye başlıyor. Emel’le bakışıyorlar. Gidecek gibi olduğu an, göz göze geliyoruz “O zaman görüşürüz serviste..” diyerek “Hadi gidebilirsin.Tamam..” diyen “cool” erkek pozlarına giriyorum. "Görüşürüz" diyor. Giderken el sallıyor…
“Gürkan ? tekrar soruyorum. Emel’e mi kaydın?”
“Anana kaydım, anana…"