27 Ağustos 2008 Çarşamba

Amor Fati

Dedemin evinin önüne arabayla yanaştığımızda, babam nedendir bilinmez, tek başına gidip evde mi değil mi diye bakmak istedi. Yağmur da yağdığı için itiraz etmeyip annemle arabada bekledik. Kapıyı çaldı. Açmayınca cebindeki yedek kilitle içeri girdi. Arka koltukta daha yere basamadığım için salladığım ayaklarıma bakıp içimden bu anı hiç unutmayacağım diye geçirdim. Bazen olur…

Evde kimse yokmuş. Babam bizi eve bıraktı. Sonra tek başına çıktı..

Dedemin yalnız yaşadığı Kuzguncuk’taki evine arada bir annem ya da teyzem uğrar, bir ihtiyacı var mı diye kontrol eder, biraz para bırakırlardı.
Tek gözü kör olduğu için taktığı güneş gözlüğüyle hatırlıyorum onu. Baklava desenli hırkasını, gri kumaş pantalonunu, biryantinli beyaz saçlarını, cızırtılı sesini…

Cenaze evinde kadınların ellerinde dua kitapları, birbirine sarılıp ağlamalarından sıkılmış, sırtını kapı krişine yaslamış, yan gözle arada bir mutfakta ocaktaki çayın durumuna bakan teyzemle bir an göz göze geldik..Benim de durumdan memnun olmadığımı anlayıp gözüyle içeri git istersen der gibi işaret etti. Çaktırmadan eğilip, koltuğun arkasından salona süzüldüm. Erkeklerin çoğunlukta olduğu evin salonuna çökmüş sigara dumanı gözlerimi yaksa da, uzun koltuğun dibinde köşeye bir yere oturdum. Babamı yanındakilere kısık sesle birşeyler anlatırken gördüm .
Kapıyı açıp eve girince bir koku gelmiş burnuna. Mutfağa doğru yürümüş. Dedemi görmüş. Yerde yatıyormuş, ağzında burnunda kan varmış. Mutfak masasının üstünde, yarım çay bardağı rakısı başında duruyormuş. Bize durumu belli etmemek için biraz beklemiş, kendini toplayıp dışarı çıkmış…
Ayaklarımı karnıma çekip oturduğum koltuğun köşesinde, gözüm halıdaki garip desene daldı. Bütün halıyı dolaşan labirent benzeri yoldan oluşan bir desen . Gözümle bu yolu takip ederken aklım başka bir yere gitti. Başka bir hayatın sonuna.

Mutlu son herkes için aynı.
Arkasında iz bırakmaya çalışanların hiç bitmeyen gayretlerini izliyorum. Güçlendikçe artan hırslarını, yaşlandıkça saklamaya çalıştıkları çaresizliklerini. Boşuna yaşanmış bir hayatın hiç mi anlamı yok ? Başarıların hep küçük ve önemsiz, mutlu anların kısa süreli olduğu bir hayat. Çizikler, düzeltmeler, uyarılarla dolu. Notlarımı kontrol etmem için okulda elime tutuşturulan yazılı kağıtlarım gibi...

Ben hayatım boyunca o anı hiç unutmadım. Dedemin içerde ölü yattığını biliyordum. Babamın arabaya dönüp bize yalan söyleyeceğini de. Annemin nasıl hiç bir şeyin farkında olmadığına şaşırmıştım.
Merak edenlere sonra ne olacağını da anlatayım. Öldüğümde o arabanın içine geri döneceğim. Babamla annem arabadan inecekler. Yağmurdan kıyafetleri sırılsıklam olmuş yaşlı biri direksiyonun başına geçecek. Kocaman, bomboş bir hayatın bittiğini o an farkedeceğim. Babamın omzuna yaslanmış annem dışardan bana bakarken belki ilk defa kendimden utanıp, sıkılacağım. Beni anlayabilmesini dileyeceğim. Aynadan bana bakan şöförün tek gözünün kör olduğunu anladığımda, beraber labirent benzeri bir halı deseninde yolculuğa çıkmış olacağız.

31 Temmuz 2008 Perşembe

Darbe Günlükleri ( Bölüm 2 )

Hava bütün gün kapalıydı. Gece yağmur yağabilir ama ben yine de gömleğin üstüne birşey almadan evden çıkıyorum. Merdivenlerden inerken karşılaştığım alt komşumla kapısının önünde ayak üstü konuşurken, dikkatimi ne konuştuğundan çok evin içinden gelen kokuya veriyorum. Sütlü bir şey, tatlı, tarçınlı.

Kız arkadaşım konuşuyor, konuşuyor… Şarabından bir yudum aldı. Tekrar konuşuyor, konuşuyor… Çalan şarkıyı biliyorum ama kim söylüyordu ? Emily Hands.. Yok. Envy ? Amy ?… Durdu. Gözlerini kocaman açmış anlattıklarına tasdik bekliyor. Kafamı sallayarak onaylıyorum. Kaldığı yerden devam ediyor. Konuşuyor, konuşuyor… Emiliana Torrini ! Evet. Gülümsüyorum. Gülümsüyor ?

Burnuma düşen su damlasının nerden geldiğini anlamak için kafamı kaldırıp havaya baktığımda gözüme birkaç tanesi daha isabet ediyor. Neyse ki evin yakınındayız. Yağmur hızlandıkça, tuttuğu elimi iyice sıkıyor.

Ne kadar zamanda unuturum diye düşünüyorum.. Gözlerini kısıp uykuya karşı koymaya çalışırkenki halini, belindeki iki küçük çukuru, sesinin rengini, sevdiği dizileri, sadece yere oturarak ayakkabısını giyebildiğini, abisine olan nefretini, çantasında hala boya kalemleri taşımasını, yüzünü…
Ne kadar süre görmezsem aklımdan silinirler ? Peki daha önce kim unutur ? O mu, ben mi ?

Hiç dört yastık birden kullanarak yatan birini görmemiştim…
“Biraz daha yastık lazım mı ?” diyorum. Cevap vermiyor. Uyumuş.

Yelena Isinbayeva, ellerini çırparak tribünlerden destek istiyor. Tribünler de ritmik şekilde alkışlayarak ona karşılık veriyor…Koşuyor, koşuyor, sırığı yere dayayıp diğer ucuyla yükselmeye başlıyor, kendini çıtanın üzerinden bırakıp mindere düşüyor. Çok mutlu… Kanalı değiştiriyorum. Soruşturmalar, yorumcular, generaller, başka yorumcular, darbeciler… Gözlerim kapanıyor…

Lisedeki sıramda kafamı çantama yaslamış sınıfa bakıyorum. Hiç biri lise arkadaşım değil. On yıl öncesinin sıralarında, üniversiteden, Koşuyolu’ ndaki eski siteden birkaç arkadaşım, kuzenim ve bulanık görünen tanımadığım birkaç kişi var. Sıranın üstüne kedim Moka atlıyor. “Ne işin var senin sınıfta ?” Kaçıp atlamasın diye pencerelere koşup teker teker kapatıyorum. Moka açılan sınıf kapısından dışarı çıkıyor. Peşinden koşmak için hamle yapmışken, içeriye Emel giriyor. Terliyorum. Elindeki kağıttan, Müdürün beni hemen odasında çağırdığını okuyor. Kedi yüzünden mi acaba ? diye düşünüyorum. Ben getirmedim ki, o kendi gelmiş. Emel’e mahçup gözükmemeye çalışıyor, çaktırmadan elimle alnımda biriken teri siliyorum.

Koridorda Emel, lisenin en tipsiz ama en kabadayı herifi Tufan’la boş bir sınıfa giriyor, bana eliyle sen devam et der gibi bir işaret yapıp, Tufan’la öpüşüyor. Tuvalete gidip çişimi yapıyorum.

Elimde üstü tarçınlı muhallebi, sütlaç gibi bir tatlıyla servise biniyorum… Emel, Tufan’la beraber ön koltuğa oturuyor. Birkaç kaşık aldıktan sonra sütlaç olduğuna karar verdiğim tatlımı utana sıkıla yerken, koltukların arasından öndeki ikiliyi kesiyorum. Emel şarap içerken birşeyler anlatıyor. Tufan camdan dışarıyı seyrediyor. Dizimi koltuklarına dayayıp geri yaslanıyorum. Aklıma müdürün odasına gitmeyi unuttuğum geliyor. Telaşlanıyorum. Okuldan atılacağımı, servisten hemen inmem gerektiğini düşürken, Moka’nın yanıma oturmuş elimdeki kaseden sütlaçın kalanını yemeye başladığını görüyorum. Arada elimi de yalıyor.. Gözlerim açılıyor...

Moka’nın mamasını verdikten sonra,perdeyi açıp pencereden dışarıya bakıyorum. Sabah olmuş, arabalar yağmurla yıkanıp temizlenmiş, yerler hala ıslak. Üzerimde garip bir sıkıntı var. Eskiden kalma öfke, utanç, üzüntü karışımı bir sıkıntı. "Ne zaman rüyarlardan da giderler ?" diye kendi kendime soruyorum. Tekrar yatıp uyuyamayacağımı düşünerek, kendime sade, zift gibi bir kahve yapıyorum. İlk yudumdan sonra içine şeker doldurup, bolca süt ekliyorum. Televizyonu açtığımda hala darbecilerin tartışıldığını görüyorum. Günlükler varmış, evler aranıyormuş, telefonlar dinleniyormuş. Göz kapaklarım karıncalanıyor.

“Uyandın mı ?”
“Saat kaç ?”
“Bilmem…”
“Sen hiç uyumadın mı ?”
“Yok…Biraz...”
“Ne oldu ?”
“Hiiç… Ayrılsak mı ?”

27 Temmuz 2008 Pazar

Darbe Günlükleri ( Bölüm 1 )

Evden çıktıktan hemen sonra anneye çaktırmadan, ceketi çantaya tıktım, gömleği pantolonun içinden çıkardım, kolları kıvırdım, kravatı iyice gevşettim, sert esen rüzgar yüzünden saçlar şekilden çıkmış mı diye arada bir parmak uçlarıyla kontrol ediyor, ufak düzeltmeler yapıyorum. Müthiş, servis artık gelebilir.

Öne oturup, akşamdan hazırlanan, türkçe pop karışık kaseti Emin abi’ye verdikten sonra bir saat kadar sürecek servis yolculuğu için yan aynadan son kez saçlara bakıyorum.

Özlem yok, hastaymış… demek ki yayılabilirim öne kimse oturmayacak. At çantayı yanına, kimse niyetlenmesin.

Burcu’nun yanında Emel mi var ? Yok artık… Burcu şöför camına yaklaşıyor;
“Emin abi, Emel de gelse olur di mi bugünlük ? Dün bizde kaldı da.”
“Gelsin, öne otursun. Gürkan çantanı çek, kay biraz..”
“???...”

“Emel yanımda oturuyor. Az önce günaydınlaştık . Emel’le bacaklarımız yandan birbirine değiyor. Emel yanımda…Yanaklarım kızardı gene ya, hay ebesini... Konuşsam mı? Ne diyeceğim? Hımmm, parfüm kokuyor Emel. Kafamı daha ona doğru çeviremesem de koklayabiliyorum. Ne desem mesela? Düşün biraz…”

Bir havayla sınıfa girip, çantayı sıraya atıp, aynı hızla çıkarken sınıftakilerin bakışlarını üstümde hissediyorum. Tuvalette bizimkiler birbirini ıslatıyor. Beni görünce ellerine su alıp atmaya kalkışıyorlar. Tuvaleti es geçip kantine iniyorum. Artistlik olsun diye her sabah sade kahve içtiğim dönemdeyim. Zift gibi kahvemi alıp sınıfa çıkıyorum. Kafamı çantama koyup, garip sabah yolculuğunu tahlil ediyorum;
Yarım saat boyunca yanında oturan biriyle hiç bir şey konuşmazsan, hatta boynun hep aynı yere bakmaktan ağrırken bile kafanı çevirmessen, o insanla bir daha konuşma şansın olmaz. O yüzden kafanı s**eyim Gürkan senin… Heh geldi bak Fahrettin, sabah sabah matematik dinle, hakettin..

Bir okul çocuğu sabahtan stress yapmışsa, öğlen maç yapmalıdır! Botunun burnuyla bolca abanıp rahatlamalı, kalenin önünde duranın yüzüne yüzüne şöyle…

Maçtan sonra musluğun altına tutulmuş kafada saçlar sırılsıklam, yüz kıpkırmızı, Gömlek,pantolon leş, elde kantin burgeri, camın kenarına oturmuş, soğuk havada kurumaya çalışıyorum. Kafamda tuvalete kadar gidip çişimi neden yapmadığım var. Kalkıp tekrar tuvalete gitmenin üşengeçliği ile gitgide artan sıkışmışlığın baskısını kafamdaki terazide tartarken, Emel sınıftan içeri giriyor.
Sınıfın çeşitli köşeleriden, suratlarda en yavşak ifadelerle, bir yandan göz de kırparak “Gürkan!”, “OOOoooOO” “Yenge !” sesleri yükseliyor. yakınımdakiler tarafından da bol bol dürtülüyorum.

Lisede değişmez kuraldır; birine “Şu kız kim ya!” derseniz, bu ondan hoşlandınız anlamına gelir ve sınıfa yayılır. Sonra sınıfın kızları pazar araştırması yapar; Kimmiş, kimlerle arkadaşmış, daha önce kimlerle çıkmış, nerde oturuyormuş gibi bilgilerle, sizin güçlü ve zayıf yanlarınızı karşılaştırıp pazardaki konum ve şansınızı yorumlarlar. Sınıfın erkekleri ise, kızların aksine temkinden ve stratejik planlamadan uzak, direk "Yenge modu"na geçerek, sahada çalışmayı tercih ederler. Her gördükleri yerde sizi yanlarına çağırır, parmağıyla gösterir, bir sebepten ulaşamamışlarsa; “Seninki bahçede İce Tea içiyordu. Şeftalili seviyor” gibi müthiş gözlemlerini paylaşıp, şansınızı arttırdıklarını düşünürler.

Ben utançtan sıranın altına doğru hafif hafif kayarken, Emel “Arkadaşlar !” hitabıyla başladığı konuşmasını Gürkan Aynacı’nın da içinde bulunduğu dört kişinin rehberlik hocası tarafından çağrıldığını söyleyerek bitiriyor.
Bir anda sınıfta alkış kopuyor. Ardından ne olduğunu anlamadan çeşitli nidalar, ıslıklar ve temaşa eşliğinde şaşkın şaşkın bakınan Emel’e teslim edilerek rehberlik odasına doğru uğurlanıyorum.

Emel sınıfın kapısını kapatır kapatmaz bana dönüp; “Seni dersten çıkarmak için uydurdum bunu. Seni seviyorum Gürkan. Serviste bir türlü cesaret edip konuşamadım.” diyor.
“Emel yani..ben de senden hoşlanıyorum açıkçası.” diyorum.
Boynuma sarılıyor. Benle beraber rehberliğe çağrılan diğer üç kişinin şaşkın bakışları arasında koridorda öpüşüyoruz.

Rehberlik odasına gidene kadar kafamda kurduklarım bunlar.. Hala suratımı çevirip kızın yüzüne bakamadım. Çişim de var.

Rehberlik Hocası Antropozun etkisinde. sinir krizlerini ve baş ağrılarını bastırmak için, bol bol sigara içiyor. Odayı duman basmış ama sigara alt çekmecedeki kültablasında saklanıyor.
“Gelin bakalım.”
Beni kesip; “Üstün başın ne böyle?”
“Maç yaptık ?”
“Yavrum Halı saha mı burası ? Spor klübü mü ? Toparlan bakayım. Öğretmeninin karşısına bu halde çıkılır mı ? Lise zorunlu değil. Uymuyorsan kurallara, alırsın kaydını, okumazsın olur biter.”
Belimi içeri sokup, kravatımı çekerken, B tipi aksiyon filmlerindeki, düşmanın arkasına geçip, kolunu kafaya dolayarak boynunu kırma hareketini “kurallar yıkılmak içindir moruk !” repliğiyle yaptığımı gözümde canladırıyorum.
“Alın şunları doldurmamışsınız siz. meslek seçimi formları bunlar. Doldurup verin, yarın merkeze yollayacağım. bir dahaki tenefüse getirin. Hadi bakayim..”
Emel’e dönüp; “Kızım sen de yardım et bana zarflara konacak bunlar. Kaç yüz tane şunlara bak. Bütün okulun testleri.”
“Hocam bir sonraki ders sınavım var benim. Şimdi çalışacaktım da…”
“Heee.. o zaman futbolcu sen gel bakalım, sporcu çocuksun. İşin bitince de kolileri çıkış kapısının oraya taşırsın.”
Tam içimden rehberlikçinin gelmişine, geçmişine küfüre başlamışken, Emel’in bana dönüp gülümsediğini görüyorum. Ben de sırıtıp karşılık veriyorum.

Son koliyi kapının yanına koyup üzerine oturuyorum. Zil çalıyor. Bizimkiler bahçeye ilk çıkanlardan..
“Kimyacı yok yazdı olm seni”
“Demediniz mi lan rehberlikçi çağırdı diye?”
“Dedik de sallamadı. Öbür üçü geldi o niye yok? Hocasından imzalı kağıt alsın dedi. Sen ne yaptın ki ? Emel’e mi kaydın ? “
“Anana kaydım..”
Liseli erkek çocuğu iletişimimizi, bol küfürlü ve el şakalı yani en klasik haliyle kurmuşken, Emel kapıdan çıkıyor. Beni görüp yanıma doğru geliyor.
“Futbolcu! taşımışsın bütün kolileri aferim.” Ilk defa kekelemeden, hızlıca, hatta “Şak” diye cevap veriyorum;
“Taşıdım... senin yazılın vardı o nasıl geçti ? Tabi uydurmadıysan..”
Emel gülüyor. Bizimkiler merakla konuşmayı takip ediyorlar. Emel, mal gibi bakan bu erkek tayfasından rahatsız olmuşa benzemiyor.
“İptal oldu sınav. Haftaya kaldı” diyip, dudağının yanından dilini çıkartıyor. Konuşma şu anda sonlanabilir, bir şey yapmam lazım…
“Bu akşam da Burcularda kal o zaman, çalışırsınız şimdiden.”
Ve evet, toplamda üç oluyor. Tam üç kere bana güldü. Tribünlere oley çektiren futbolcu gibi hissediyorum. Arkadaşları, uzaktan takip ettikleri muhabbet sarmamış olacak ki bahçe merdiveninden inmeye başlıyor. Emel’le bakışıyorlar. Gidecek gibi olduğu an, göz göze geliyoruz “O zaman görüşürüz serviste..” diyerek “Hadi gidebilirsin.Tamam..” diyen “cool” erkek pozlarına giriyorum. "Görüşürüz" diyor. Giderken el sallıyor…
“Gürkan ? tekrar soruyorum. Emel’e mi kaydın?”
“Anana kaydım, anana…"

14 Haziran 2008 Cumartesi

Koşuyolu'nda Bir Sayko...

Ne varsa eskiler de var !
Bizim Koşuyolu’ndaki eski evin tam karşı apartmanında, Yaşlı öğretmen emeklisi bir kadınla, kemik hastalığı olan kızı beraber yaşarlardı. Bunlar ilk katta oturdukları için, bahçedeki otu, çiçeği sulayıp aynı zamanda mahallenin kedilerine de yine bu bahçenin bir köşesinde yemek verirlerdi.
Bu kadınla aynı apartmanda oturan başka bir ihtiyar amca da kedilerin bahçede dolaşmasından rahatsız oluyormuş, kadının arada bir kapısına dayanıp, “Şunları alıştırma buraya” diye söylenip, gidiyormuş. Kadın, amcanın dediklerini sallamamış, hayvanları beslemeye devam etmiş. Hatta arada veterinere götürüp kısırlaştırdıkları, aşılarını yaptırdıkları bile olmuş.
Neyse efendim bu söz dinlemez kadına azının payını vermek amcaya farz olmuş. Bir sabah camiye giderken, kedilerden teyzenin en sevdiği şişman tekiri apartmanın dışında takılırken tesadüf görünce, kapıyı aralayıp hayvan içeri girsin diye beklemiş. Şişko tekir kapı aralığından kafayı uzatıp, “Kahvaltı mı var nedir ?” diye bakarken, amca demir kapıyı tekirin kafaya çarpıvermiş. Gözleri yuvalarından patlayıp çıkana kadar, amca kapıyı açıp kapayıp hayvanın yüzüne çarpmaya devam etmiş. Şişko tekir garip sesler çıkarıp, ayaklarını çırparak can çekişirken, sabah kapıyı kullanacak apartman sakinlerine mesaj dolu bir süpriz bırakan Norman Bates özentisi amca basmış gitmiş.
Yaşlı kadın hakkettiği cezayı bulmuş. Yüreğine inmiş, tansiyonu, şekeri düşmüş vs…
Çok vahşi, pek cani…
Şimdi bana diyebilirsiniz ki; “Sanki bu amca dünyada tek. Hadi onu geçtim, sanki bu amca gibiler dünyada azınlıkta…”
Evet haklısınız. Hatta itiraf ediyorum mesela bugün benim de Gülben Ergen’i tv’de milli takıma yaptığı şarkının klibini kötü bir tesadüf eseri görünce, ağzına şöyle demir bir sopayla vurup bütün dişlerini dökesim geldi.
Ama benim sorunum bu. Fikir adamıyım. Amca gibi harekete geçemiyorum.
Peki caniyle, sıradan bir insanı, kötüyle iyiyi ayıran çizgi de bu incelikte mi ? Öldürme iç güdüsü, mağra adamı atalarımızdan bize kalan ve çoğumuzun sadece şimdilik bastırdığı genetik bir miras mı ?
Mesela bir gün, amca benim salak kedim Moka’nın kafasını apartman kapısıyla patlatırken görsem, o amcayı çıplak ellerimle boğmaktan keyif alır mıyım ? Çünkü şu an bunu düşlerken acayip keyif alıyorum. Peki 301’in çok tartışıldığı bu ülkede acaba böyle düşünüp keyiflenmek suç mu ?
İnsan ırkının, alnındaki damarların patlama noktasını çok merak ediyorum. Mesela milyonlarca kişiyi gaz odalarına göndermek için ne kadar kızmış olmak gerekiyor? Ya da bahçedeki birkaç kedi bir insanı ne kadar kızdırabilir ? Dünya’nın iki farklı yerinde, farklı zamanlarda yaşamış bu iki insan arasındaki tek fark, emir bekleyen düzenli bir ordu mudur? Biz bu denli nükleer alın damarı patlamalarının kaç adım uzağındayız ?
Bu ve bir çok soru kafanızda döner dururken, kendi pisliğinin başına üşüşmüş birkaç sineğin tanrısı olma yoluna hayatını adıyan insan oğlunun, gizemlerle dolu dünyasını National Geografic Digiturk Kanal 81’te izlemeyi deneyin. Hem belgesel kültürünüz de genişler.
Ya da geçin aynanın karşısına, şöyle bir düşünün. Mesela araba kullanırken, önünüzdeki arabaları gördüğü halde arkadan götünüze kadar girip sellektör yapan şöförün kim saçından tutup kafasını hızla duvara vurmak, yanında iki kız görünce artistlik yapıp ona buna laf sokmaya çalışan hıyarı, öğretmenim ben havalarına girip, düzeni bozuyomuşum diye beni sınıftan attırmak için güvenliği çağıran Marimar kılıklı üniversite hazırlık hocasını, Sabri’yi… Kimler şöyle karşısına alıp “Haaar yu ken” nidalarıyla yüzünü gözünü dağıtmak istemez ???
Yoksa sadece ben miyim?
Hımmm… Piskoloğun telefonu neredeydi benim ?

10 Haziran 2008 Salı

Romantizmin Dorukları...

Tecrübe önemli bir şeydir. Kitap dükkanlarının kişisel gelişim reyonlarındaki türlü eser(!) lere bakıldığında pek çok tecrübeli yazarın, insanlara tavsiye, uyarı ya da terbiye niteliğindeki kitaplarının sokak ağızıyla “Boş beleş işler” olduğununa kendi tecrübelerim doğrultusunda kanaat getirmiş bulunmaktayım. Özellikle insan ilişkileri,aşk, romantizim, mutluluk üzerine kurulu bu kitaplardan terbiye edinenlerin, eskiden sırt çantası yerine el çantasıyla okula gelen, beslenme çantasında mutlaka sınıfı kusturacak kadar kokulu bir haşlanmış yumurtası bulunan, ders çıkışı ya da mahalle maçı sonrası bol bol dayak yemiş, kızlarla ilişkileri seksek oynamanın ötesine geçememiş, sümüklü, ağlak, uyuz kişiler olduğunu düşünüyorum.

Büyüyünce de   Tuna Kiremitçi, Haşmet Babaoğlu, Ahmet Altan gibi adamlar olup, aşk odaklı yazılarıyla karı kız tavlayıp, hayattan bir nevi intikam alıyorlar. Bu adamlar yüzünden bahsettikleri konulardan soğuyup, ilişkilerimizde romantizmin doruk noktasını, rakıyı çaktıktan sonra, masadaki kankaların gazıyla aşık olduğumuz kıza ya da eski sevgiliye yazım hatası dolu mesajlar atarak yaşıyoruz.

Buralarda romantizim kanlı olur!

Ne yapalım yani? Biz, eskilerin kızı pastahaneye görütüp, profetorol yerken görme fetişi sona erdiğinden beri nereye gitsek, nasıl yapsak ikilemi içerisinde kıvranıp, yıllarımızı kız afra ve tafrasına heba eden bir kuşağın üyeleriyiz. Bizler, alışveriş merkezlerinde her mağzaya girip askıdaki her elbiseye bakarken onların arkasında mal gibi dikilen, eğlencenin asla içtikten sonra bitemediği gecelerde, onları dünyanın öbür ucundaki evlerine bırakıp, kendi evine güneş doğarken varabilen,onun sevdiği müzikleri ve filmleri seviyormuş gibi yapan, saçına sakalına hep onların istediği gibi şekil veren, En keyifli anlarda mutlaka yapacak başka işleri olduğu için sap gibi bırakılırken hala ümitle arkasından saf saf bakan, İstanbul’un çeşitli noktalarında armut gibi onu bekleyen, huysuzlanma,üşenme,canı sıkılma nedir bilmeyen, anlaşılmaz konularda anlaşılmaz uzunlukta sorgulara maruz kalanlarız. Tüketim ihtiyaçlarının büyük kısmını, kızlara daha güzel gözükmek için saç şekillendiriciler, yine onların rahatça gezip dolaşmaları için otomobil-petrol, stres kontrolü için sigara ve alkollü içecek, uzun sahil yürüyüşleri için havalı spor ayakkabısı ve düşük çenelerin tetiklediği kronik baş ağrıları için çeşitli ağrı kesicilerin oluşturduğu kayıp türk gençleriyiz..

Artık yeter!... demenin asla fayda sağlamamasının, arkasından sövsek bile yüzüne bakınca eriyip gitmemizin sebebi, kanın her seferinde doğru yere hücum edememesinden kaynaklanıyor olabilir. Ata erkil bir toplumuz, ipler erkeklerin elinde diyenlere gülüyor, öldükten sonra bile arkalarından, neden  erkenden öldükleri için bir ton laf söylenecek bizim gibilere romantizim dolu günler diliyorum

Her aptal gibi hep mutlu olamayız. Tadını çıkartın...

29 Mayıs 2008 Perşembe

Kaymaklı Ekmek Kadayıfı

Baba mesleği en kıyağıdır aslında. Ustan baban, patron baban, baban da baban…

Bayram ziyaretlerinden birinde, anneannemin evinde, salonun herbir tarafına serpiştirilen akrabalardan yanıma düşen, ve en önemli kabiliyeti saçını ortadan kusursuzca, simetrik iki yana ayırmak olan, az düşünen ama düşündüğünü hemen söyleyen, zırt bir kuzenim, ben herkezin ayağında nasıl olurda terlik olur?, bir evde bu kadar terlik neden barındırılır? diye düşünürken, bu beni,ikram edilen kaymaklı ekmek kadayıfını lüplediği esnada dirseğiyle dürtüp her sene klasik olduğu üzere, hayvani gülümsemesiyle “Manita var mı?” diye sormuş, ben başarılı bir şekilde soruyu savuşturduktan sonra “iş-güç ne alemde?” diye yem atmış sonra şu unutamadığım hayat dersini vermişti;

“Ne güzel turizm Gürkan. Zaten tam bir turizim ülkesiyiz, üç yanımız çepeçevre deniz.. Denizde turist, cepte para..Bak kaymaklı ekmek kadayıfı derler buna, iyi düşün Gürkan.” Löp, bir çatal kadayıf daha mideye..

Ben reklamcı olucam dediğim gün meğer ne sapa bir yola kırmışım direksiyonu. Dünyanın en dandik meslek kolunun, en biçimsiz eğitimini Bilgi üniversitesi öğrencileriyle beraber okudum. O öğrenciler ki beyinleri ana rahminden çıktığı gibi tertemiz, çiziksiz ve genelde bayandan…

İ did burn in İstanbul…

Derste yanımda oturan kız elindeki ingilizce kompozisyon sınavı kağıdını, hazırlığın bitmesine üç hafta kala bana gösterip, hoca niye bana sınavdan 10 vermiş ? Dediğinde kağıdını alıp elime okuduğum da ilk cümle..

Hitler'in kaç kişi olduğunu merek edenler, köprünün üstünde giderken evi arayınca 0216’nın çevrilmesi gerekiyor mu diye soranlar, dinlerken yazamadığı için hocaya dert yananlar, tavuk yiyen vejetaryen arkadaşları olduğunu iddia edenler…

Beyinler tertemiz,çiziksiz ve genelde bayandan…

Üstüne bir de “Sex and the City Sendrome” adını verdiğim, kendini dünyanın en özgür en şehirli kızı hissetme hali, ama nedendir bilinmez dizideki gibi iş adamla yatmaya gelince bizimkilerin dizinin aksine “kaşar diyecekler” düşüncesiyle öpüşmeden ileriye geçememe durumu. Bu kültürel paradoks  kızlarımızın ruh sağlığını çok etkiler. Tarafsız sahada buluverirler kendilerini ve seyirci desteği olmadan maçı kazanmalarına imkan yoktur.. genelde babaların götüne giren uzun cep telefonu konuşmaları, ağlamalar, boş vakit doldurma cümleleri (rüyamda karnımdan kaplan ısırıyordu..Ben senin çenene bubu demek istiyorum bundan sonra..), genç tiki delikanlıların beyin travmaları geçirmelerine ve abazalıklarının üstüne abazalık eklemelerine sebep olur. Bu durumdan da Rusya ve kenar memleketlerinden olma hatun kişiler ekmek yerler. Özetle bizim kızların yemediğini, yabancılar yerler.

Böyle kültürel,akademik, piskolojik ve sosyolojik beslenmeden sonra büyük reklamcıları gördüm. Ve hepsi çıplaktılar. 

Sonra uzun süre tıkandım,küstüm, ona buna kin kustum,kötüledim,sövdüm. Ama hiç fikir yürütemedim. Aklıma "en iyi ikinci biziz neden mi?" gibi Atlas Jet reklamlarındaki yaratıcı parıltıdan gelmedi, Bir türk-alman yapımı, konusuz filmlerde başrol oynama fiziğine sahip reklam ileri geleninin okulda hoca sıfatıyla beynimize ite kaka soktuğu iç görüyü bir türlü yakalıyamadım. Egom bu ülkenin sınırlarına dayanamadığı için belki tam bir reklamcı gibi düşünemedim. 

-müzik girer-(vangelis-chariots of fire)

Ama bu akşam Atikerin sunduğu Kurtlar Vadisinin reklam kuşağında Büyük Türk Düşünürü Serdar Erener’in Türkiye’nin en büyük telekominikasyon şirketine yaptığı Erol Evgin’li, selocanlı reklamı bir şeyleri tetikledi içimde. AK Bir ampul yandı sanki kafamda. Aklıma önce Başbakanın en az üç çocuk yapın sözleri ve kaymaklı ekmek kadayıfı geldi...düşünceler fikirler beynimde akmaya başladı.koştum banyoya saçlarımı ıslattım, şöyle ortadan ikiye ayırdım.iki egomu okşadım.Hız kemeden çıktım banyodan  koridorda kedimin üstünden atlayıp masayı çektim önüme, alın size yaratıcı bir fikir, bir iç görü, bir ileri görüş...

Gidin bi kadayıf yiğin, yedikçe kudurun, çocuk yapın, sonra çocuklar büyüsün kendini bir bok zannedip reklamcı olsunlar, onlarda kadayıf yiğip çocuk yapsın.. baba mesleği en kıyağı aslında.. reklamcı babanın reklamcı çocukları olsun. Anaları da Sex and the City’nin filmi gelmiş onu izlesinler. Gaza gelip Mr. Big lerine versinler. olsun bitsin.  pack shot!